<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d8803590869867872531\x26blogName\x3dtemrinler\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLACK\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://temrinler.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://temrinler.blogspot.com/\x26vt\x3d6237919249951388234', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

temrinler

<$Blo

Fahri’nin tek derdi kızlar. Kıvrımlarına, göz kaçırmalarına, bir yandan konuşup bir yandan saçlarını toplamalarına, hem dikkat çekmek için kısacık etek giyip hem namuslu kesilerek ellerini siper niyetine kullanma riyakârlıklarına hayran. Herbirini teker teker, aynı anda seviyor. Kumralı kurmalı bebek gibi, sarışını sarmaş dolaş, esmeri rozmeri misali kokup imbat esmeli, kızıllara karşı ayağını denk alacaksın, incesi, balıketlisi, atletiği, histeriği, uzunu, kısası, cep elması, sakini, dalgacısı, dalgalısı, kıvırcığı, atkuyruklusu, kâküllüsü, her türlüsü…

Aslında Fahri’nin tek derdi kızlar değil; bu bitimsiz, bu büyülü albeni oyunu. Karnını aylarca tok tutacak bir sürüye dalıp av beğenemeyen, şuna mı yoksa ötekisine mi saldırsam, diye muallâkta kalmış, ne oldum delisi bir kurt değil o. Fahri bir balıkçı; üstelik kendinden emin, er ya da geç oltasına lüfer vuracağını bilen, işinin ehli bir balıkçı. İlkokuldayken etek açıp don görmeye tenezzül edeceğine, hasta rolündeki kız çocuklarının gelip doktor Fahri’ye gönül rızasıyla ayıpçı yerlerini göstermelerini yeğlemiş biri. Bakılmak, gizlice bakılmak, istenmek, istediğini itiraf edemeden istenmek, imrenilmek, kıskanılmak, çekilememek, çekiştirilmek, düşünülmek, düşlenmek… Evet, Fahri bunlara bayılıyor işte!

Her gün, evden çıkmadan evvel soluğu ayna karşısında alır - bir nevî sabah ritüeli. Kıyafette yamuk yok; okul üniforması deyip geçmemek lazım, anacığının jilet gibi ütülediği şu gömleği kimse onun kadar asil taşıyamaz. Saçları geriye tara, azıcık da limon sık ki gün boyu tek bir tel dahi asilik yapıp kıpırdamasın. Kaşlar da rotring mübarek! Bugün tıraş olmaya gerek yok. Daha yeni yeni terleyen bıyıkları bir an önce uzasın diye iki-üç günde bir babasının çelik tıraş makinesini kullanıyor, gizlice. Bastıra bastıra kesiyor, yetmiyor, bir de perdah çekiyor üstüne. İkinci en büyük hayâli, klasına yaraşır, kaytan bir bıyık bırakmak; bu arzusunun gerçekleşmesi demek, yem takmasına bile gerek kalmadan oltasını sallayacak kıvama gelmesi demek. Spor için avlanacak artık; yakaladığı kimi balıklara acıyıp onları azat edecek, en beğendikleriniyse kovasına atıp koleksiyonunu zenginleştirecek. Kulakları yanısıra mağrurca ilerleyen şu favorileri de şahane hani! Müdür muavinine her yakalanışında azar işitmesine değiyorlar; böylesi bir sende var, bir Bee Gees kardeşlerde… Tüm hazırlıklar sona erdiğine göre, her sabahki gibi ritüelin kapanışını yapabilir. Muzurca gülümsüyor, iki elini karşısındaki duvara yaslayıp yüzünü aynaya biraz daha yanaştırıyor ve gözleri içine bakarak repliğini tekrarlıyor: “Hadi oğlum Fahri, bugün senin günün!”

Hocalarla yıldızı pek barışmasa da liseyi onun kadar seven talebe azdır. İlk ders başlamadan hemen önce girer okula, hemcinslerinin haset, karşıcinslerinin hasret dolu bakışları arasında, salına salına yürür. Assolistlik meşakkatli meslek; mektebe erken varırsa yan sokakları arşınlar, tüm öğrencilerin yerlerini alıp Fahri’yi hazırolda beklemesi için vakit öldürür. İçeridekilere yeterli işkenceyi yaptığına kanaat getirince de, en nihayetinde, kapıda belirir. Gösteri zamanı! Tüm ışıklar söner, yüksekteki tek bir spot lamba Fahri’yi aydınlatmaktadır. Nefesler tutulmuş, bu gözmıknatısına karşı duramayacağının bilincindeki yüzlerce gözbebeği tek noktaya kilitlenmiştir. Koridorda usulca ilerler, her adımıyla tansiyonu bir dibe, bir tavana vuran kızlar bayılmamak için kendilerini zor tutar; kiminin kahvaltıda simit yanında ayran içmesinin gizil nedeni, sabahları nükseden bu tansiyon problemiyle başedebilmektir. Piyangonun kime vuracağı, Fahri’nin o gün hangi şanslı hanıma selam vereceğiyse bilinmez. Janti bir jest, tatlı bir mimik; şaşırtmayı, en beklenmedik kişiye klark çekip kafa karıştırmayı sever. Bulanık suda balık tutmak daha kolaydır ne de olsa… İlk sahne bitip perde kapandığında sırasına oturur. Sergilediği üstün performansla diğer aktörlerden rol çaldığı için sinirlenen meslektaşlarının kin dolu bakışlarını ensesinde hissetmek keyif verir ona. Alkışa gerek yok, sınıfı inleten kalp atışlarının tok sesi kâfi.

İlgi çekmek uğruna ağzını açmasına, espriler patlatıp kıvrak zekâsını sergilemesine lüzum yok; Fahri okulun güneşi, o nereye gitse, gezegenleri de onunla hareket ediyor, etrafında pervane oluyorlar. Ara sıra hislerine gem vuramayan, dayanamayıp yörüngeden koparak güneşe sürüklenen bazı göktaşları da çıkmıyor değil. Hâlbuki nefislere hâkim olmak, aradaki mesafeyi korumak lâzım; çünkü Fahri’ye fazlaca yaklaşan yanıp kül olmaya mahkûm. Okul çıkışı, sınıfından üç kız arkadaşını ayartıp Balkaya Pastanesi’ne dondurma yemeye götürdüğü gün herkese ibret olmalı. Ses hızına meydan okurcasına yayılan bu haber ânında ana-babalara da ulaşmış, üç zavallı kız –romatizma veya menüsküs illeti yüzünden dizlerini dövmeye çekinen- altı ebeveynden, avuç içi de dışı olmak üzere toplam on iki tokat yemiş, bazı veliler -kız babası olmak zordur- çıngar çıkarıp olayı müdüre kadar taşımış, Müdür Bey de Fahri’yi odasına çağırtıp Balıkesir mantısına konan tavuk misâli, önce bir haşlayıvermiş, sonra da güzelce ditmişti. Oysa apolet sahibi kimselerin bıkmadan usanmadan düştükleri hataya düşen ebeveynlerin kavrayamadığı yegâne şey, kuvvet kullanarak getirdikleri tüm bu yasakların ters tepeceği ve her “sakın haa”nın Fahri hanesine artı puan olarak yazılacağıydı. Gücüne güç kattılar, albenisine bolca sevbeni, bir parça da öpbeni ilave ettiler.
Yürü be oğlum Fahri, gün senin günün!

Son derslere iştirak etmek hiç âdeti değildir. Teneffüs zili çaldı mı çantasını kapıp tek omzuna ardar, koşmak ona yakışmayacağından tırıs gider, okul duvarı Fahri için çocuk oyuncağı, hoop, tamam, dizlerindeki tozu silkeler, istikamet motorcu Abbas. Her gün aynı. Büyük balık öyle kuru ekmek parçasıyla ya da solucanla yakalanmıyor, iğneye küçük, parlak, lezzetli bir balık takacaksın ki semeresini göresin. Abbas’tan bir saatliğine motosiklet kiralar, üzerine kurulur, gaz verince çıkan boğuk ses yağlarını eritir, grumm gromm, bir daha, grummm, tüm harçlığını buraya gömüyor, grommm, Fahri’nin birinci en büyük hayâli, Vidinlisan’ın vitrininde duran o 175 cc’lik 64 model Jawa’ya sahip olmak, groovvvv… Çarşı içinde kısa bir tur, halin önünden Hükümet Binası’na, oradan da liseye doğru. Sona sakladığı en büyük kozunu oynama vakti. Ders biter, okul dağılır; Saat Kulesi’nin yanından yokuş aşağı akan öğrenciler evlerine dağılmak için Anafartalar Caddesi’ne yığılırken, Fahri de dörtnala küheylanını süren bir akıncı misali caddenin ucunda beliriverir. Kızların sohbete ara verdikleri, lafların boğazlarda düğümlendiği, istisnasız her akşamüstü tekrarlanan kutsal an gelip çatmıştır. Rüzgârla dalgalanan siyah okul ceketi sanki pelerin, limonun sımsıkı tuttuğu kara saçlarıysa tolga, cılız güneşe rağmen ateş gibi pırıl pırıl. Sabahki ayran da kızları kurtaramaz ki artık. Fahri yaklaştıkça yaklaşır... Kolonya var mı kolonya? Biraz daha… Erkekler nedense hiç oralı değildir; kimisi görmezden gelir, kimisi umursamaz, kimisiyse hergün aynı saatte yanlarından geçen, nallar altında asfaltı paramparça eden bu şövalyenin farkına bile varmaz – erkeklerin radarları da karşıcinsinki kadar hassas olsaydı, dünya nice olurdu. Göz açıp kapayıncaya dek caddeyi kat eden kahramanımız gözden kaybolmuştur. Kaldırımda kalakalan, hevesi kursağında tazelerin beklediklerinden çok daha kısa sürmüştür film. Kaşlar toplu bir çaresizlik eylemine girişeyazdığındaysa Fahri yittiği yerde tekrar bitiverir. Kaşlar, bu defa, hızla açılan gözkapakları ve irileşen gözbebeklerinin de yardımıyla yeni bir sevinç gösterisine hazırlanırlar. Bu ikinci tur, kara şövalyenin unutkan dimağlara kraliyetini hatırlattığı, bir tür taç giyme töreni olacaktır. Hasımlarının saygıyla önünde eğilmesi, âşıklarının hülya âlemlerinde yitmesi zamanıdır. Oysa sıra sıra dizilmiş, yıldırım ol da bana düş, diye bekleşen sayısız paratoneri eli boş bırakır Fahri. Hep yükseklerde, şimşek olarak kalmak, buluttan buluta zıplayıp haşince çakmak, önce kör edici bir ışık, ardından gürül gürül bir gökgürlemesiyle akılları baştan almak varken, neden yıldırım olup yeryüzüne insin ki? Anafartalar’ı ikinci kez kat edip yıldırısını sonlandırırken bunları düşünmektedir işte. Sonra çarşıya dönüp motoru Abbas’a teslim eder, paşa paşa bir saatlik kira parasını köklenir, ay sonuysa harçlığı suyunu çektiğinden Abbas Abi’sine yalvar yakar, rica minnet derdini anlatır, on dokuz yaşına basar basmaz evlenmiş, üç çocuk babası, yazları Burhaniye’deki anaevine gitmekten öte bir serüveni olmayan Abbas Abi’si derdini hiç mi hiç anlayamasa da Fahri’yi sevdiğinden borcunu aybaşında ödemesini kabul eder.

Motordan inince, otururken arka cebinden çıkartıp gömlek cebine koyduğu fildişi tarağını tekrar arka cebine sokmayı ihmâl etmez. Dede yâdigârı… Fahri’nin olmazsa olmazları, bu fildişi tarak, henüz -babasından korktuğu için- sigaraya başlamasa da yanında gezdirdiği, bazen çıkarıp oynadığı gümüş kakmalı zipposu ve ağzından düşürmediği çikleti. Sakızı cakasına caka katmak için çiğnediği sanılsa da asıl neden, aklıbol bir arkadaşının boşboğazlılığıdır. Neymiş efendim, çoğu insan yemeği hep bir taraftaki dişleriyle yermiş, bu yüzden de zamanla çene yapısı ona göre şekillenir, yüzü asimetrikleşirmiş… Söylenecek laf mı şimdi bu?! Fahri de ne yapsın, o günden beri hatırına geldikçe, ağzının yemek yerken tercih etmediği tarafında çiklet çiğniyor; simetrik bir surat için gereken dengeyi sağlamış oluyor.
Aslan Fahri, kim tutar oğlum seni!

Denge… Bir defasında dengesi bozulmuştu. Yine böyle son dersten önce okul duvarını aşıp motosikletine atladığı, makinayı bağırta bağırta lise önüne sürdüğü bir gün. Onun varlığıyla çılgına dönen ama dönmemiş numarası yapan izleyici kitlesinin az ötesinde yalnızbaşına yürüyen, haftalardır gözüne kestirdiği, bir alt sınıftaki o kumral kızı görünce pek memnun olmuştu. Geçen gece uykuya dalmadan evvel aklına gelen, sergilemek için can attığı izleti için daha uygun bir seyirci bulamazdı kendine. Gaza abanıp ilk turu tamamlayarak arz-ı endam eyledi. Misinayı bol tut; bırak zokayı yutan balık bir süre hiçbir şey yokmuş gibi yüzsün. İyice uzaklaşınca, U dönüşüyle burnunu gene hedefine doğru çevirdi. Güzelce sindirdiğini, iğnenin midesini boyladığını hissettiğin an -ki zanaatını hissederek yapana usta derler- oltana asıl, hiç acıma. Tekrar gaza basıp avdet etti, kızın dibine kadar sokulunca, bir cambaz edasıyla cebinden fildişi tarağını çıkardı, iki elini de gidonlardan çekip saçını tarayarak avına işmar geçti. Genç kızın oracıkta düşüp komaya girmesi işten bile değildi; fakat akrobat şoför, tam o sırada bir tümseğe rastlayacağını bilmiyordu. Tekerlerin zeminle temâsı kesilince Fahri de havalandı, gidonları yakalayasıya kalmadan kendini yere kapaklanmış hâlde buldu. Çamurlanan kıyafetine mi, yoksa bertilen dizine mi yanacağına karar vermeye çalışırken, iğneden kurtulup kaçtığını sandığı körpe telaşla yanına koştu. Tabiî ya, Fahri’yi havada süzülürken görüp de etkilenmemesi ne mümkün… Hayır, hiçbir şeyciği yoktu, merak ettiğine bile değmezdi. Derhâl toparlanıp ok gibi doğruldu, motorunu yerden kaldırdı, boyası mı yüzülmüş, aman canım, hiç mühim değil - kurbanın olayım etme eyleme Abbas Abi! Bir yanına motosikleti, diğer yanına misinasını sımsıkı tuttuğu avını alarak yol kenarından yürüdü. İskeledekilere kendini beğendirmek için denize artistik bir dalış yapmak isteyen, ancak başarısız olup suya çakılan delikanlıların, su yüzüne çıktıklarında yukarıdan soranlara hiçbir şeyleri olmadığını söyleyip, kimseye belli etmeden yanmış uzuvlarını su altında ovuşturmaları gibi, Fahri de hem kızla sohbet ediyor, hem de başka yöne baktığını fark ettiği anlarda, acıyan dizini gizlice ovuşturuyordu.
Koçum Fahri, var mı senin gibisi be!

Nasıl da sağ gösterip sol vurmuştu ama! En ince detayına kadar hesapladığı planı tıkır tıkır işlemiş, havada iki takla ve bir saltoyla taçlandırdığı muhteşem cambazlık şovu sayesinde kızı tavlamıştı. Yere düşerek avının şefkatini kazanması ve saniyesinde ayağa kalkıp metanetini kanıtlamasıyla da ekmek kadayıfı üzerine bir parça kaymak kondurmuştu. O ne hin, o ne anasının gözüydü o… Haftasonu birlikte dolaşma teklifini hemencecik kabul ettirmişti. Düşmanları, sözde rakipleri çatır çatır çatlasındı. Gerçi biraz dil döktüğü doğruydu; naz oyununu kuralına göre oynamaktan hoşlanırdı, yoksa bunun bir tür danışıklı dövüş olduğunun bilincindeydi. Şehrin dışında, yalnız otobüsle gidebilecekleri Değirmenboğazı’nda gezeceklerdi üstelik. Ustalık buydu işte. Kayığından kafasını uzatıp berrak suya bakmış, altından geçen balık sürüsünü inceleyip, ben sadece şu balığı tutacağım, demiş, nitekim dediğini de yapmıştı.

Buluşma gününün sabahı, doğal olarak, ayna önü seansı normalin iki katı sürdü. Dar sayılabilecek ispanyol paça pantolonu, solgun çizgili keten gömleği, tiril tiril baharlık kahverengi ceketi, giymediği zamanlarda çabuk yıpranmasın diye içine kalıp koyduğu, önceki gece badem yağıyla parlatmak için az uğraşmadığı rugan ayakkabıları, son olarak da, günün anlam ve ehemmiyetini vurgulayan, göz alıcı madalyonu. Tecrübeli bir balıkçıya basit bir dal parçası, misina ve iğne yetecektir, ama elindeki imkânlardan faydalanmamak, başarıyı garantilememek de maceraperestlikten ziyade aymazlıktır. Püf noktası, Balıkesir Esmen lavanta kolonyası; tıraş sonrası açılan gözeneklerin hakîkî ilacı, beş metreden fazla yaklaşan hanımların esareti. Balıkesir Esmen Kolonyası… Ona kalsa ayna önü eğlencesini yarım saat daha uzatabilirdi, fakat randevusuna gecikip otobüsü kaçırmayı göze alamıyordu. Değirmenboğazı’na birlikte gitmek, otobüste yanyana oturmak yok; zaten şimdiye dek kaç körpeciğin başı yandı, bari bu sefer azıcık temkinli davranmalı, bir gören olursa –ki mutlaka olacaktır- kopacak olan kızılca kıyametten herkes sağ çıkamayabilir.
Ulan Fahri, şeytana bile pabucunu ters giydirirsin sen!

Dayısı boşa demiyormuş, bir arıyı bir de karıyı gezdireceksin, diye. Tanıdık gözlerden ırak, piknik yapan birkaç aile dışında kimsenin bulunmadığı böyle sessiz sakin bir mekâna adımını atınca, o mahcup taze gitmiş, yerine el ele tutuşmaktan çekinmeyen, sadece kızaran yanaklarının utancını ihbar ettiği bir dilber gelmişti. Ağaçlar arasında dolanırken Fahri bazen kızın elini bırakıp önden yürüyor, dizginlerin kimde olduğunu, bu kumral için yanıp tutuşmadığını ima ediyordu. Tamam, hoş kız, ama fazla da havalanmamalı, şu İspanyolların altına saklanan, ara sıra burunlarını dışarı çıkartıp sobelenen cânım ruganlar sayesinde koluna takamayacağı kimse yok. Temiz havada balığa çıkmak da bambaşka bir zevkmiş doğrusu… Belli ki kızcağız Fahri’ye kör kütük âşıktı, gece gündüz demeden onu düşlüyor, birlikteliklerinin, hatta izdivaçlarının tahayyülüyle yaşıyordu. Ağır ol bakalım küçük hanım, kartal kafeste ne etsin? Zavallıya hak vermek de lâzımdı aslında; ceket üstüne çıkartıp kıvırdığı şu fiyakalı gömlek yenlerini görüp de tutulmamak ne mümkün! Mantar suya dalıp dalıp çıkıyordu artık, oltayı kavrayıp az daha sabretmeli. Öksüz bıraktığı ayayı tekrar kavrayınca, kızın delice çarpan kalbi de tüm kanı bu talihli ele pompalıyordu. El değil, ütü sanki! Böylesi yüksek sıcaklıklara bile dirençli olan Fahri’nin ağzını bıçak açmıyordu; aklına anlatacak komik bir hikâye ya da ilginç bir olay gelse dahi birçoğunu kendine saklıyor, onu gizemli kılarak karizmasını arttıran sükûnet silahını kullanıyordu. Sonsuz özgüveninin eseri bu dinginliğin altında ezilen tazecikse bir şeyler söyleme ihtiyacı duyuyor, konuştukça titreyen sesiyle Fahri’nin boyunduruğu altına giriyordu. O Fahri ki, kolonya kokusu, inci dişleri ve buğulu bakışları sayesinde daha nice eksik eteği esrik kılmıştı.

Yolları dikenlitellerle kesildi. E tabiî, yanındakini zaman ve mekân mevhumlarından soyutlama gibi bir becerisi de vardı; dalgınlıkla korunun epey içlerine sokulmuşlardı anlaşılan. Fahri yine tepkisiz kalarak oturaklılığını perçinlediğinden, kızcağızın önünde iki seçenek belirdi: ya buraya kadarmış, diyerek piknik alanına dönecek, aşkıyla böyle bir gün geçirdiği, daha doğrusu, böyle bir gün geçirme lütfunda bulunulduğu için kendini şanslı sayacaktı; ya da güneşe daha fazla yaklaşacak ve eriyen kanatları yüzünden yere çakılma riskini göze alıp, dikenlitellerin ardına geçmeyi kabul edecekti. Fahri geleceği görebilen bir kâhin edasıyla kendinden emin gülümsese de, kızın ikinci tercihte bulunması için bildiği tüm duaları okuyordu. Öte taraftaki kuytu dünyaya girmeleri, en azından, kızı öpeceği anlamına geliyordu çünkü. Misina gerildikçe gerildi… Kız düşünceli düşünceli yutkundu. Az daha sabret… Gözlerini kaçırıyordu. Usulca oltayı çekmeye başla… Sonunda bakışlarını kaldırmaya cesaret etti. Avı ürkütmeden, yavaş yavaş… Ağzını açtı. Su yüzeyinde hafif bir dalgalanma… İşte balığın sırtı… Gel, dedi, istersen öbür tarafa geçelim. Fahri ses etmeden, kafasıyla bu makûl öneriyi onayladı. Öbür taraf! Geçelim ya! Havanın kararmasına daha vardı nasıl olsa. Elbette geçelim! Mutlaka geçelim! Hem zaten bugün için yapacak başka bir programı da yoktu. Allah’ım sana şükürler olsun!
Hadi oğlum Fahri, bugün senin günün!

Dikenlitellere yanaştı, bu aralıktan geçmek pek kolay değildi, kıyafeti takılıp yırtılırsa mahvolurdu. Kalitesine yakışanı yapıp, ondan medet uman çaresiz damına öncelik tanıdı, centilmence çömelip bir elini toprağa dayayarak destek aldı, diğer eliyle de dikenlitelleri kaldırıp geçilebilecek kadar geniş bir boşluk yarattı. Tam da elini dayadığı yerde kırık bir şişe dibi bulunduğunu, keskin cam parçasının avucuyla bileği arasına saplandığını neden sonra fark etti – büyük acılar sinsi olur, varlıklarını birkaç saniye sonra hissettirir. Bu sefer de Fahri’nin önünde iki seçenek beliriyordu: ya yandım anam diye çığırıp debelenecek, hayatını adadığı, her gün üzerine yeni bir tuğla koyarak bugünlere getirdiği heybetli cezbkalesini yerle bir edecekti; ya da gözyaşlarını içine akıtıp soğukkanlılığını koruyacak, avına hiçbir şey sezdirmeyecekti. Derin derin nefes aldı. Tan vakti denize açılıp eve eli boş dönmeyi kendine yediremezdi. Her çileye göğüs geren inatçı balıkçılardan olduğunu kanıtlarcasına, hemen kararını verdi; dikenlitelleri tutan kızın da yardımıyla öteki tarafa geçti, gözü kara, tekrar yola koyuldu. Tekinsiz topraklara girdikleri için yavrusuna göz kulak olan, onu korallayan babaç kişi görevini üstlenmişçesine geriden yürüyordu bu kez; tahammül hudutlarını zorlayan bu acıya ne kadar katlanabileceğinden emin değildi. Önüsıra ilerleyen kız çiçek toplamaya eğilince arkasını ona dönüp dişlerini sıktı, yüzünü ekşitti ve etine saplı cam parçasını çıkardı. Haykırmamak için kendini zor tutuyor, gözpınarlarınıysa kontrol edemiyordu; boğazını tırmalayan çığlıklarını bir şekilde dışavurmak için, tattığı agoniden bihaber kızın söylediği şarkıya mırıldanarak eşlik etti. Düette saklı yakarışın ayırtına varacak kadar hassas bir kulağa sahip olmayan kızın neşesi iyice yerine gelmiş, kavalyesini -neyse ki- sağlam elinden tutup sıklaşan ağaçlara doğru sürüklemişti. Dayanabilirdi, dayanmalıydı. Üstat balıkçı fırtınalı havalarda dahi kovasını doldurmasını bilir. O da başaracaktı. Tazenin heyecanla kabarıp inen göğsüne bakılacak olursa az sonra öpüşecekleri kesindi; belli mi olur, belki daha ileri bile gidebilirlerdi… Izdıraba katlanmak bir mesele de, asıl, bileğinden ılık ılık akan kana bir çare bulması şarttı, vereceği en ufak bir falsoda kız durumu fark edip derhâl geri dönmeleri gerektiğini söyler, bir çuval incir berbat olurdu. Sızlayan bileğine mi yoksa kana bulanıp rezil olan gömlek ve cekedine mi yanacağına karar veremeden, yaralı elini cebine soktu. Hiç de fena fikir değildi; patlamaya hazır yanardağa dönmüş hanım arkadaşının aksine, eli cebinde, ne denli rahat olduğunu ilan ediyor, zar zor çaldığı ıslıkla da bu hâlini pekiştiriyordu. Yaman çocuktu vesselam! Uçan da kaçan da ondan kurtulamazdı. Gerçi bir hayli bitkin düşmüştü, fakat bu şekilde de idare edebilirdi, yeter ki kendine güvensin. Acı hafiflemiş, kolu karıncalanmaya başlamışken, kendi gibi sınır tanımayan kanının bacağından aşağı süzülmekle yetinmeyip, bir kat kumaşı daha aşarak pantolonunun cep kısmını kırmızıya boyadığını gördü. Gizlemesine imkân yoktu artık... Bu manzara karşısında yıkılmamak, pes etmemek elde değildi. Heyhat! Onca çaba, onca özveri… Oltadaki ufacık bir titreşim uğruna kızgın güneş altında, engin denizin göbeğinde birbaşına sabırla beklenen günler, geceler… Hepsi boşaymış… Yazık… Çok yazık… Ama o da ne? Kız, kimseciklerin olmadığı bu ıssız yerde anîden durmuş, Fahri’ye dönüp tatlı tatlı gülümsemeye başlamıştı.
Yoksa’larla bezeli kırılgan bir Acaba…
Hatta gülümsemiyor, basbaya gözlerinin içi gülüyordu.
Galiba’larını kuşanmış yiğit bir Evet…
Sıkılganlıkların en şirinini takınarak, Fahri’ye bir adım daha yaklaştı.
Umudun, ne denli fersiz olsa da gözleri kamaştıran o yürek aydınlatıcı ışığı… Karanlık sularda kaybolan balıkçı adamın ümitlerinin tükeneceği anda, uzaklarda belirmiş kutlu deniz feneri…
Karmakarışık duyguların girdabında savrulan tazecik tir tir titriyordu.
Fahri bir omzunu düşürüp yan döndü, önüne hafifçe eğdiği kafasını kıza çevirip kaşlarını kaldırarak John Wayne’den olma Humphrey Bogart’tan doğma bir bakış attı. İşte maç sayısı!
Ellerini nereye koyacağını bilemeyen yaramaz bir çocuk gibi alesta, kavalyesinin bitirici hamlesini arzuluyordu.
Fahri’nin yan dönmesindeki yegâne maksat, kanlı uzuvlarını saklama çabası, kalkık kaşlar dakikalardır çektiği çilenin ürünü, düşük omzun nedeniyse, aşırı kan kaybından ötürü vücudunun vermeye başladığı anormal tepkiler de olsa, şimdi bu sıkıcı ayrıntıların hiç mi hiç önemi yoktu.
Kız, her hücresini zapt etmiş coşkuyla, Fahri’de atacak ne bet ne benzin kaldığını da, pantolonunun kirli sarıdan bordoya çaldığını da fark edemeden gözlerini yumdu; kendini avcısına teslim etti.
Zafer! Dev bir kılıçbalığını alt eden genç balıkçının mutlak zaferi!
Geriye sadece bu bal dudakları öpmek kalmıştı. Bir de şu başı dönüp durmasa…
Ha gayret, olacak bu iş!
Azgın dalgalara karşı gelerek alabora olmamak için korkunç bir savaş veriyordu. Bir de şu başı durup dönmese…
Hadi be Fahri, bugün senin günün!
Vücudun en güçlü uzvu gözkapakları. Canları isterse tüm bedene kafa tutup kapanıverirler; karşı gelmek imkânsız…
Hadi oğlum Fahri!
Dermansız vücuduna söz dinletmeye çalışıyordu. Kulaklarda bir uğuldama…
Fahri, oğlum?
Ağaçlar, güneş, çimler, bulutlar, toprak, gökyüzü…
Fahrettin?
Dön baba dönelim, hadi bize gidelim…
Oğlum?
Kuş sesleri…


(altkitap 2008'de yayınlanmıştır.)

yazan <$BloMelik Saraçoğlu/em>, var a = <$Blo0(a == 0) {document.write('Yorum yok');} else if(a == 1){document.write('1 yorum');} else {document.write(a+' yorum');}, /p>